Bilişsel bilimci Donald Hoffman, büyük bir soruyu yanıtlamaya çalışıyor: Dünyayı olduğu gibi mi görüyoruz yoksa görmek istediğimiz gibi mi? İnsanın aklını başından alan konuşmasında, Hoffman aklımızın bizim için gerçekliği nasıl oluşturduğunu sorguluyor.

Sevdiğim büyük bir gizem var. Bilimdeki bu en büyük çözülmemiş gizem beni büyüledi, belki de kişisel olmasından kaynaklanıyor. Bu gizem, bizim kim olduğumuzla alakalı. Merak etmeden duramıyorum.

İşte merak edilen şey: Beynimiz ve bilinçli deneyimlerimiz arasında nasıl bir ilişki var? Mesela çikolata tadının veya kadifeye dokunduğunuzdaki hissin deneyimi?


Öncelikle, bu gizem yeni değil. 1868’de Thomas Huxley söyle demiştir: “Bilinçli hâl kadar olağanüstü bir şeyin garip sinir dokusunun sonucunda ortaya çıkması, Alaaddin’in lambasını ovuşturmasıyla cinin görünmesi kadar anlaşılmazdır.” Huxley, beyin faaliyetlerinin ve bilinçli deneyimlerin birbiriyle ilişkili olduğunu biliyordu ama nedenini bilmiyordu. Onun zamanındaki bilim için bu bir gizemdi. Huxley’den beri bilim, beyin faliyetleri hakkında çok şey öğrendi, ama beyin faaliyetleri ve bilinçli deneyimler arasındaki ilişki hâlâ gizemini koruyor. Neden? Neden bu kadar az ilerleme kaydettik? Bazı uzmanlara göre bu gizemi, gereken kavrayış ve zekâdan yoksun olduğumuz için çözemeyiz. Kuantum mekaniğindeki sorunları maymunların çözmesini ummadığımız gibi bu sorunu da bizim türümüzün çözmesini umamayız.Buna katılmıyorum, ben daha iyimserim. Bence, biz yanlış bir kanıya vardık. Ancak bundan kurtulduğumuzda, bu sorunu çözebiliriz. Bugün, size bu kanının ne olduğunu, neden yanlış olduğunu ve nasıl kurtulacağımızı anlatacağım.

Hadi, bir soruyla başlayalım: Gerçekliği olduğu gibi mi görüyoruz? Gözlerimi açıyorum ve bir metre uzaktakinin kırmızı bir domates olduğunu anlıyorum. Sonuç olarak, bunun gerçekliğine inanmaya başlıyorum; bir metre ötede bir kırmızı domates var. Sonra gözlerimi kapatıyorum ve deneyimim gri bir alana dönüşüyor, ama gerçekten hâlâ bir metre ötede kırmızı bir domates var mı? Sanırım var, ama olmayabilir de mi? Algılarımın doğasını yanlış yorumluyor olabilir miyim?

Daha önce algılarımızı yanlış yorumladık. Eskiden Dünya’nın düz olduğunu düşünürdük, çünkü öyle gözüküyordu. Pisagor, yanlış olduğumuzu keşfetti. Sonra Dünya’nın Evren’in hareket etmeyen merkezi olduğunu düşündük, yine çünkü öyle gözüküyordu. Kopernik ve Galileo da yanlış olduğumuzu keşfetti.

Galileo daha sonra deneyimlerimizi yanlış yorumlayıp yorumlamadığımızı merak etti. Şöyle demişti:”Tatlar, kokular, renkler ve bunlara benzer şeyler bilincimizde bulunur. Bu sebeple, eğer yaşayan varlıklar yok olursa tüm bu değerler de yok olmuş olur.”

Bu baş döndürücü bir iddia. Galileo haklı olabilir mi? Algılarımızı bu denli kötü yorumluyor olabilir miyiz?Modern bilim bu konuda neler söyleyebilir?

Sinirbilimciler, bize beyin kabuğunun yaklaşık üçte birinin görme ile meşgul olduğunu söylüyor. Şöyle bir gözlerinizi açıp bu odaya baktığınızda, milyarlarca sinir hücresi ve trilyonlarca sinaps harekete geçiyor.

Bu biraz şaşırtıcı, çünkü görme işini düşündüğümüzde, bunu bir kamera gibi düşünüyoruz. Gerçekliğin resmini olduğu gibi çekiyor. Tamam, görme işinde kameraya benzeyen bir taraf var: Gözün arkasında görüntüye odaklanan 130 milyon ışık alıcısının olduğu bir lens var, yani gözümüz 130 megapiksellik bir kamera gibi. Ama bu milyarlarca sinir hücresinin ve trilyonlarca sinapsın görme işiyle ne alakası olduğunu açıklamıyor. Bu sinir hücreleri neyin peşinde?

Sinirbilimciler bize, gördüğümüz bütün biçimleri, nesneleri, renkleri ve hareketleri onların oluşturduğunu söylüyor. Bize sadece bu odanın şipşak fotoğrafını çekiyormuşuz gibi geliyor, ama aslında, gördüğümüz her şeyi oluşturuyoruz. Bütün dünyayı tek seferde oluşturmuyoruz tabii, o anda ihtiyacımız olanı oluşturuyoruz.TEDdonaldhoffman

Gördüğümüz şeyi bizim oluşturduğumuza dair oldukça ikna edici kanıtlar var. Size sadece ikisini göstereceğim. Bu örnekte, kesik parçaları olan birkaç kırmızı daire görüyorsunuz. Fakat bu daireleri yalnızca birazcık döndürürsem, birden üç boyutlu bir küp görüyorsunuz. Ekran tabii ki düz, demek ki gördüğünüz üç boyutlu küpü siz kendiniz oluşturuyorsunuz.

Sıradaki örnekte, gördüğünüz oldukça belirgin kenarlı, parlayan mavi şeritler noktalı bir alanda ilerliyor.Aslında noktalar hareket etmiyor. Yaptığım tek şey, görüntü karesindeki noktaların rengini değiştirmek,siyahtan maviye, maviden siyaha. Ama bunu hızlı bir şekilde yaptığımda, görme sisteminiz, belirgin kenarlı, parlayan mavi şeritler oluşturuyor. Daha bir sürü örnek verilebilir ama sadece bu ikisi bilegördüğümüz şeyi oluşturduğumuzu gösterir.

Ama sinirbilimciler daha ileri gidiyorlar. Bizim, gerçekliği yeniden oluşturduğumuzu söylüyorlar. Yani kırmızı bir domates olarak tanımladığımı deneyimime göre, bu deneyim aslında, bakmasam da var olacakgerçek kırmızı bir domatesin özelliklerinin yeniden oluşturulmasıdır.

Peki neden sinirbilimciler yalnızca oluşturmakla kalmayıp yeniden oluşturduğumuzu söylüyor? Öne çıkan görüş genellikle evrimsel olandır. Atalarımızdan daha iyi görenlerin iyi görmeyenlere karşı rekabetçi üstünlükleri vardı, bu yüzden iyi görenlerin genlerini aktarması daha olasıdır. Bizler, iyi görenlerin yavrularıyız ve bu yüzden normal şartlarda algılarımızın kusursuz olduğundan emin olabiliriz. Bunu standart ders kitaplarında görebilirsiniz. Bir ders kitabında diyor ki: “Evrimsel olarak konuşursak, görme duyusu, kusursuz olduğu için işimize yarar.” Yani, kusursuz algılar daha uygun algılardır. Size hayatta kalma üstünlüğü verirler.

Şimdi, bu doğru mu? Bu, evrim kuramının doğru yorumu mu? Hadi ilk önce, bunun doğadaki birkaç örneğine bakalım.

Avustralya altın kın kanatlısı girintili, parlak ve kahverengidir. Dişisi uçamaz. Erkeği uçar ve tabii ki çekici bir dişi arar. Bulduğunda ise yere iner ve çiftleşir. Ve uzaklarda bir de başka bir tür var: Homo sapiens. Bu türün erkekleri çok büyük bir beyne sahiptir ve bunu soğuk bira avlamak için kullanırlar. (Gülüşmeler) Bir tane bulduklarında, hemen bitirirler. Bazen, şişesini etrafa fırlatırlar. Bu şişeler de girintili ve parlaktır ve tam da kın kanatlıların içini gıcıklayacak kahverenginin tonundadır. Erkekler şişelere üşüşür ve çiftleşmeye çalışırlar. Gerçek dişilere olan bütün isteklerini kaybederler. Dişileri, şişeler için terk eden erkeklerin klasik durumu. (Gülüşmeler) (Alkış) Bu tür neredeyse yok olacaktı. Avustralya bu böcek türünü korumak için şişeleri değiştirmek zorunda kaldı. (Gülüşmeler) Erkekler, dişileri binlerce, belki de milyonlarca yıldırbulmayı başardılar. Gerçekliği olduğu gibi görmüşler gibiydi, ama belli ki görememişler. Evrim onlara bir kandırmaca yaptı. Dişi; girintili, parlak ve kahverengi olan herhangi bir şey olabilirdi, ne kadar büyükse o kadar iyi olurdu. (Gülüşmeler) Şişenin her yerine sürünürken bile erkek hatasını farkedemedi.

Tabii şimdi siz, böcekler oldukça basit varlıklar, memeliler böyle değil diyebilirsiniz. Memeliler hilelere bel bağlamaz. Meseleyi uzatmayacağım, siz anladınız. (Gülüşmeler)

Bu durum, beraberinde şu soruyu getiriyor: Doğal seçilim, gerçekten gerçekliği olduğu gibi görmenin mi tarafını tutuyor? Neyse ki elimizi sallayıp tahmin etmek zorunda değiliz; evrim, matematiksel olarak kesin bir kuramdır. Evrimin denklemlerini bunun için kullanabiliriz. Yapay dünyalarda birçok organizmayı yarıştırıp hangisinin hayatta kalıp geliştiğini, hangisinin duyu sistemlerinin daha uygun olduğunu görebiliriz.

Bu denklemlerdeki anahtar kavram uygunluktur. Bu bifteği ele alalım: Bir hayvanın uygunluğu için bu biftek ne demektir? Yiyecek arayan aç bir aslan için uygunluğu arttırır. Ama karnı tok, çiftleşmeyi bekleyen bir aslan için uygunluğu arttırmaz. Bir tavşan için karnı aç olsun, tok olsun, uygunluğu arttırmaz. Yani uygunluk, gerçekliğin olduğu gibi ele alınmasına dayanır, evet. Ama aynı zamanda organizmaya, onun durumuna ve davranışına dayanır. Uygunluk, gerçeklikle aynı şey değildir ve evrim denklemlerinin merkezinde bulunan gerçekliğin kendisi değil, uygunluktur.

Bu yüzden, laboratuvarımda, rastgele seçilmiş birçok dünyalar ve bu dünyalardaki kaynaklar içinmücadele edecek organizmalarla dolu yüzbinlerce evrim benzetimi gerçekleştirdik. Bu organizmalardan bazıları gerçekliğin tamamını görürken diğerleri sadece bir kısmını görüyordu ve bazıları gerçekliği hiç görmüyordu, tek gördükleri uygunluktu. Kim kazandı?

Kötü haber vermekten nefret ediyorum ama gerçekliğin algısı yok oluyor. Neredeyse her benzetimde,gerçekliği hiç göremeyip yalnızca uygunluğa yönlendirilienler gerçekliği olduğu gibi görenlerin neslini tüketti. İşin özü; evrim, dikey ya da kusursuz algının tarafını tutmaz. Gerçekliğin bu algıları yok olur.

Şimdi, bu biraz kafa karıştırıcı. Nasıl olur da dünyayı olduğu gibi görmemek bize hayatta kalma üstünlüğü sağlar? Bu biraz mantıkdışı. Hadi altın kın kanatlıları hatırlayın. Basit numaraları kullanarak binlerce, belki milyonlarca yıl hayatta kaldılar. Evrimin denklemlerinin bize anlattığı şey; biz dahil bütün organizmalar, altın kın kanatlılarla aynı teknedeyiz. Biz gerçekliği olduğu gibi görmüyoruz.

Bizi hayatta tutan basit numaralarla şekillendik.

Yine de,

sezgilerimizde biraz yardıma ihtiyacımız var. Nasıl olur da gerçekliği olduğu gibi algılamak yararlı olamaz?Neyse ki, elimizde bize çok yardımcı olacak bir mecaz var: Bilgisayarınızdaki masaüstü arayüzü. Bu mavi simgenin yazdığınız bir TED konuşması olduğunu varsayın. Simge mavi, dikdörtgen ve masaüstünüzün sağ alt köşesinde. Bu bilgisayardaki yazının kendisinin de mavi, dikdörtgen ve bilgisayarın sağ altında olduğu anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Böyle düşünen herhangi biri arayüzün amacını yanlış yorumlar.Simge size bilgisayarın gerçekliğini göstermek için orada değildir. Aslında, gerçekliği saklamak için oradadır. Diyodlar, dirençler ve megabaytlarca yazılım hakkında bir şey bilmek istemezsiniz. Bunlarla uğraşmak zorunda kalsanız yazınızı asla yazamaz ya da fotoğrafınızı düzenleyemezsiniz. Yani ana fikir şu: Evrim bize gerçekliği saklayan ve uyumlu davranışlar için yol gösteren bir arayüz sağladı. Uzay ve zaman, şu an algıladığınız gibi sizin masaüstünüz. Fiziksel nesneler, yalnızca masaüstünüzdeki simgeleriniz.

Buna bariz bir itiraz var. Hoffman: Rayda 320 km hızla giden bir treni masaüstünüzdeki bir simge olarak düşünüyorsanız neden önüne atlamıyorsunuz? Siz ve kuramınız raylara yapıştıktan sonra trenin yalnızca bir simgeden fazlası olduğunu anlamış olacağız. Masaüstümdeki simgeyi nasıl dikkatsizce çöp kutusunasürüklemiyorsam, o trenin önüne de atlamam. Simgeyi gerçekmiş gibi algılamadığımdan değil — dosya gerçekten mavi ya da dikdörtgen değil — fakat bu işi ciddiye aldığım için. Haftaların çalışmasını kaybedebilirim. Benzer şekilde, evrim, bizi hayatta tutan algısal simgelerle şekillendirdi. Onları ciddiye almamız bizim yararımıza. Eğer bi yılan görürseniz; eğilip almayın. Eğer bi tepe görürseniz; zıplayıp atlamayın. Simgeler bizi güvende tutmak için var ve onları ciddiye almalıyız. Bu, onları oldukları gibi algılamalıyız demek değil. Bu bir mantık hatası.

Diğer bir itiraz ise: Denilenlerde pek de yeni bir şey yok. Fizikçiler bize uzun zamandır trenin metalinin katı göründüğünü, ama gerçekte, çoğunlukla etrafta koşturan mikroskobik parçacıkların olduğu boşluk. Pek de yeni bir şey yok. Aslında tam olarak değil. Masaüstündeki mavi simgenin bilgisayarın gerçekliği olmadığını biliyorum demek gibi, fakat güvenilir büyütecimi bırakıp daha yakından baksam, yalnızca küçük pikseller görürüm işte bu, bilgisayarın gerçekliğidir. Aslında tam olarak değil — hâlâ masaüstündesin ve asıl mesele de bu. Bu mikroskobik parçacıklar hâlâ aynı uzay ve zamanda: Hâlâ kullanıcı arayüzündeler.Ben fizikçilerin söylediklerinden çok daha aşırı bir şey söylüyorum.

İtiraz edebilirsiniz, bak işte, hepimiz treni görüyoruz, bu yüzden hiçbirimiz treni oluşturmuyor. Ama bu örneği hatırlayın. Bu örnekte, hepimiz bir küp görüyoruz. ama ekranın kendisi düz, yani aslında gördüğünüz küpü siz oluşturuyorsunuz. Hepimiz bir küp görüyoruz. Çünkü, hepimiz, her birimiz oluşturduğumuz küpü görüyoruz. Aynı şey tren için de geçerli. Hepimiz bir tren görüyoruz çünkü her birimiz oluşturduğumuz treni görüyoruz, aynı şey, bütün fiziksel nesneler için geçerli.

Algının, gerçekliği olduğu gibi gösteren bir pencere olduğunu düşünmeye meyilliyiz. Evrim kuramı, bize böyle düşünmenin algılarımızın yanlış yorumlaması olduğunu söylüyor. Bunun yerine, gerçeklik, daha çok gerçek dünyanın karmaşıklığını gizlemek ve uyumlu davranmaya yol göstermek için tasarlanmış üç boyutlu bir masaüstü gibidir. Algıladığınız uzay sizin masaüstünüzdür. Fiziksel nesneler yalnızca o masaüstündeki simgelerdir.

Öyle göründüğü için Dünya’nın düz olduğunu düşünmüştük. Sonra, Dünya’nın gerçekliğin değişmez merkezi olduğunu düşündük, çünkü öyle görünüyor. Yanıldık. Algılarımızı yanlış yorumladık. Şimdiyse, uzayzamanın ve nesnelerin gerçekliğin doğası olduğunu düşünüyoruz. Evrim teorisi bize bi kere daha hatalı olduğumuzu söylüyor. Algısal deneyimlerimizin içeriğini yanlış yorumluyoruz. Bakmadığında var olan bir şey var, fakat bun uzayzaman ve fiziksel nesneler değil. Bizim uzayzamanı ve fiziksel nesnelerden vazgeçmemiz, altın kın kanatlıların şişelerini bırakmaları kadar zor. Neden mi? Kendi körlüğümüzü göremeyecek kadar körüz. Ama altın kın kanatlılardan bir üstünlüğümüz var: Bilim ve teknolojimiz.Teleskobun merceğinden bakarak Dünya’nın gerçekliğin değişmez merkezi olmadığını keşfettik. Evrim kuramının merceğinden bakarak uzayzaman ve nesnelerin gerçekliğin doğası olmadığını keşfettik. Kırmızı bi domates olarak tanımladığım deneyimimde, gerçeklikle etkileşimde bulunuyorum, fakat gerçeklik kırmızı bir domates değil, kırmızı bir domates ile alakası yok. Benzer şekilde, bir aslanı veya bifteği tanımladığım deneyimimde, gerçeklikle etkileşiyorum, fakat bu gerçeklik ne bir aslan ne de bir biftek. Ve işte, can alıcı noktaya geldik: Beyin veya sinir hücrelerini tanımladığım algısal deneyimimde, gerçeklikle etkileşimde bulunuyorum, ama gerçeklik, ne bir beyin ne de sinir hücreleri, beyin veya sinir hücreleriyle alakası yok. Ve bu gerçeklik her ne ise dünyadaki sebep ve sonucun gerçek kaynağıdır. Beyin değil, sinir hücreleri de değil. Beyinin ve sinir hücrelerinin nedensel güçleri yoktur. Algısal deneyimlerimize, davranışlarımıza neden oluşturamazlar. Beyinler ve sinir hücreleri türe özgü simgeler dizisidir.

Peki bu, bilincin gizemi için ne anlama geliyor? Yeni ihtimallere kapı aralıyor. Örneğin, belki de gerçeklik, bilinçli deneyimlere neden olan kocaman bir makinedir. Bundan pek emin değilim, ama araştırmaya değer. Belki de gerçeklik, basit ve karmaşık, birbirini etkileyen, bilinçli etkenlerin kocaman bir ağıdır, bu da birbirlerinin bilinçli deneyimlerine neden oluyordur. Aslında, kulağa geldiği kadar delice bir fikir değil, hâlâ araştırmalarım sürüyor.

Fakat asıl mesele şu: Gerçekliğin doğası hakkındaki devasa ölçekteki sezgisel, ama yanlış kanılarımızı bir kenara bıraktığımız zaman, bu bize hayatın en büyük gizemi üzerine düşündürecek yeni yollar açacak.İddiasına varım ki; gerçeklik şimdiye dek hayal ettiğimizden daha büyüleyici ve beklenmedik bir hâle gelecek.

Evrim kuramı, bize doruktaki cesareti sunar: Algılamanın, gerçeği görmekle ilgili değil de, çocuk sahibi olmakla olduğunu anlama cesareti. Bu arada, şu TED bile yalnızca kafanızın içinde.